"Müze-Esin Evi", IV. Müzecilik Semineri, Bildiriler [16-18 Eylül 1998, Askerî Müze ve Kültür Sitesi], İstanbul, 1998, s. 34-36.
MÜZE / ESİN EVİ
"Atılımlarımızı öldüren en büyük düşman alışkanlıklarımızdır."
Bu konuşmamın üç parağrafı 19 Eylül 1994 günü bu salonda sunduğum bildirinin hemen hemen aynıdır. Çünkü, aradan geçen dört uzun yıla karşın bu konuda alınmış bir karış mesafe yoktur. Bu süre zarfında beş Kültür Bakanı, üç Kültür Bakanlığı Müsteşarı, sayısını unuttuğumuz kadar müsteşar yardımcısı ve genel müdür değişmiş, ama ne yazık ki olumlu herhangi bir gelişme elde edilememiş, hatta ve hatta iyimser bir duygu bile oluşmamıştır. Alışkanlıklarımız bizi yeni düşünceler üretmekten de alıkoyuyor.
O halde bir kere daha üzerine basa basa söylemeyi, bu konudaki düşüncelerimi yazılı ve sözlü olarak yeniden toplumumuza iletmeyi bir görev olarak kabul ediyorum. Belki birilerini gelecek için harekete geçirebiliriz. Çünkü gerek bizlerin gerekse toplumumuzun bu hareketlenmeye şiddetle ihtiyacı var.
"Alışkanlıklar yaşamımızı en çok etkileyen şeyler olduğu için, elden geldiğince iyi alışkanlıklar edinmeye bakmalıyız. Bilindiği gibi alışkanlıklar en iyi küçük yaşta başlarsa kök salar, buna da eğitim diyoruz. Gerçekte eğitim, iyi alışkanlıklar elde etmek için yaptığımız bir şeydir..." [Bacon 1974: 184]. Günümüzden yaklaşık dörtyüz yıl önce ünlü İngiliz düşünür Francis Bacon böyle diyor. Bize göre en iyi alışkanlık merak araştırmadır. Hepimizin bildiği gibi merak: bir şeyi anlamak ve öğrenmek, bir şeyi yapmak veya bir şeyle uğraşmak için duyulan istektir. Araştırma ise: Bilim ve Sanat’la ilgili olarak yapılan yöntemli ve disiplinli çalışmadır. Günümüz dünyasında merak ve araştırmanın önemi hemen hergün, her yerde ve her fırsatta dile getirilir. Ulusların gelecekte var olma çabası, çağdaş ve ileri toplum olmanın temelinde araştırma kaygısı ve yoğunluğu vardır.
Günümüzde var olan kurumlardan özellikle ikisi "Eğitim Kurumları" ve "Müzeler" araştırmaların yapıldığı veya yapılması gereken müesseselerdir. Müze, Museum isminin kökeni ise Grekçe "mousa", Latince "musa" diye adlandırılıp Batı dillerinin hemen hepsine giren esin perisinden gelir. Müze sözcüğünü günümüz anlamı ile Esin Evi / İlham Evi olarak açıklayabiliriz. Görüldüğü gibi Müzeler, sözlüklerde yer aldığı veya bizim toplumumuzun çok büyük bir kısmının ve özellikle sorumluluk taşıyan yöneticilerimizin zannettigi gibi bir sürü eşyanın yer aldığı binalar değil, topluma gelecek yaratmak için faydalanılacak birikimlerin topluca bulunduğu, belgelerin toplandığı, toplumsal eğitim ve araştırma kurumlarıdır. Bu kurumlar insanlara esin veren, yaratıcılıklarını kamçılayan, zevkle gezilen ve öğrenilen mekânlar olmalıdır. Müzelerde "Tarihin Ayak İzleri"ni görürüz. Bu birimi iyi algılarsak, araştırır ve üzerinde yeterince çalışırsak, yeniden yaratılan ürünlere kendi kimliğimizi verebilir ve böyle bir çaba ile de gelecekte toplum olarak evrensel boyutta kendimize başarılı bir yer bulabiliriz. Bu kadar büyük bir kültürel mirasa sahip ülkemiz insanlarının yaratıcılığının çok daha büyük boyutlarda olması gerekir. Bunun için gereken; malik olduklarımızın farkına varmak, görmeyi öğrenmek ve bilginin heyecanını hissetmektedir.
Ne yazık ki; Ülkemiz kültür kurumlarına, özellikle araştırmaya ve gelecek yaratmaya önemli katkıları olacak müzelerimize heyecan ve çağdaşlık getirecek, merak ve araştırma kaygısını çoğaltacak sürekli bir kültür politikamız yoktur. Bir hükümetten bir hükümete, bir bakandan bir diğer bakana olaylara bakış açısı ve uygulamalar tümüyle değişmekte, kısa vadeli makyajlar rağbet görmekte, popülist politikalar uygulanmaktadır. Çözüm ise, merak ve araştırma kaygısını arttırıcı, teşvik edici uzun vadeli politikalarda yatmaktadır.
Ülkece içinde bulunduğumuz sıkıntılı kültürel karmaşayı göz önüne alırsak, toplum hayatımızda eğitim kurumu olarak önemli bir ağırlığı olması gereken müzelerimize aciliyetle yeni bir anlayış, yeni bir ruh getirmek zorunda olduğumuzu görürüz. Toplum olarak çok uzun zamandır günlerimiz eleştiri, dedikodu ve sonu gelmez şikayetler ile geçiyor. Buna karşın, elle tutulur, gözle görülür çok az olumlu gelişmeden söz etmek mümkün. Merkezi hükümet ve giderek büyüyen merkezi bürokrasi hemen hemen hiçbir şey yapmaksızın, statik bir görüntü içinde mevcutu korumak ve hiç birşey yapmaksızın günü idare etmekle meşgul. Ancak, zaman ilerliyor, toplumlar, arasındaki iletişim inanılmaz boyutlarda, bazı ülkelerin eriştiği refah seviyesi göz kamaştırıcı, buluşlar, araştırmalar, eğitim kurumlarının aldığı yol, yetiştirilen insan potansiyeli müthiş. Peki biz ne yapıyoruz? Sanki herşey sekiz yıllık temel eğitimin ülke sathında yaygınlaşması ile hallolacakmış gibi bir inanç içindeyiz.
Okul içi eğitim yaşını geçirmiş ve toplumumuzun büyük bir kısmını oluşturan insanlarımızı nasıl eğiteceğiz? Bu büyük kitleyi tekrar okullara mı sokmayı düşünüyoruz? İçinde bulunduğumuz şehirlerin estetikten uzak görünüşleri, kaldırımlarımız, her taraftan sarkan salkım saçak ilan panoları, karmaşa içindeki yollarımız, sanki kaosu biz doğuruyoruz. Geçmişin yalnızca hikâye ve efsanelerden oluşmadığını, yazılı ve görsel belgelerin hem geçmişi öğrenmek, hem de gelecek yaratmak için bilinmesi, incelenmesi ve öğrenilmesi gerektiğini toplumumuza nasıl anlatacağız. Bu nedenle, ülkemizin eğitim sorununu çözümlemek için yalnızca okul içi eğitime ağırlık vermek yetersizdir. Toplumsal eğitime acil olarak ihtiyaç vardır. Bunu gerçekleştirecek en önemli kurumların başında ise müzelerimiz gelir, o halde bu işi nasıl yapacağız? Müzelerimizi ve örenyerlerimizi daha çağdaş seyir mekânlarına sahip, daha fazla bilgi içeren, merak ve heyecan uyandıran, sosyal yaşamımıza daha çok katkıda bulunan alanlar haline nasıl getirebiliriz? 1959 yılında UNESCO tarafından yayımlanan "Müzelerin Teşkilatlanması" hakkındaki kitapta yapılan önerilerin üstünden kırk yıl geçmesine rağmen daha ülkemizde bu konuda elle tutulur bir faaliyett yoktur [Müzelerin Teşkilatlanması 1963: 23]. Niçin? Çünkü, daha önce söz konusu ettiğim gibi merkezi bürokrasi bu tür bir çaba içine girmekten kaçınıyor. Yeni bir heyecana, yeni bir oluşuma ihtiyaç var, yönetimin merkeziyetçilikten, yöreselliğe dönmesi gerekiyor. Anonim sahiplenmeden, kişisel sahiplenmeye, devlet buyruğu ile değil, sevgi ve merak ile çalışmaya ihtiyacımız var.
Dünyada yönetim açısından üç tür müze vardır:
1. Devlet malı müzeler [Avrupa + Yakındoğu],
2. Kişi ve kurumlar tarafından kurulan müzeler [ABD],
3. Vakıfların yahut kurumların kurduğu ve devletin bilim, teknik denetim ve ekonomik olarak katkıda bulunduğu müzeler [Fransa + Hollanda].
Bu sınıflandırmaya yeni bir yönetim modeli eklemek mümkündür; Devlet malı olan müzeleri Mütevelli veya Danışma ve Yürütme Kurulu eliyle idare etmek. Böylelikle ülkemizde yeni bir anlayış ile müzelerimize hareket ve heyecan getirmek mümkün olabilir. Statik bürokrasi dışında, toplum ve gelecek için birşeyler yapmak isteyenlerin heyecanları, çabaları ve ekonomik güçleri bu toplumsal eğitim kurumlarının etkili faaliyetler göstermesine katkıda bulunacaktır.
Gelişen global dünya anlayışında herşey ekonomik değer ile ölçülür hale gelmiştir. Ekonomik değerden kasıt yalnızca para değildir. Bilgi birikimi, insan kaynakları, toplumsal eğitime katkı sürekli ekonomik değer içerir. Bu nedenle her tür kurum ve işletme ülke ekonomisine yaptığı katkı oranında değer kazanmaktadır. Müzelerimiz ve Örenyerlerimiz büyük birer ekonomik değer içermektedirler. Ancak, onların çalıştırılış biçimleri, yönetim organizasyonları yanlıştır ve topluma kültürün yanı sıra ekonomik değer olarak katkıda bulunacaklarına neredeyse devletten sadaka bekleyen kurumlara dönüşmüşlerdir. Nasrettin Hoca’nın sözü ile un vardır, yağ vardır ama helvayı yapacak insan yoktur. Daha açıkçası insan vardır. Ancak, onun merakını uyandıracak, onu heyecanlandıracak yönetim eksikliği ve yanlışlığı, sonuca ulaşmayı engellemektedir. Müzelerimiz ve Örenyerlerimiz gişe gelirleri dışında kayda değer bir gelire sahip değillerdir. Alışveriş için ziyaretçilerin önünde kuyruk oluşturduğu bir örenyeri, hala pislikten geçilmiyorsa, ziyaretçiye verilen hiçbir hizmet yoksa, bilgi panoları pas içinde, tuvalet bekçisi süpürge bulamamaktan şikayetçi ise yanlış birşeylerin yapıldığı ortadadır. Halbuki lokantalar, kafeteryalar, büfeler, ATM ve Kambio noktaları, satış üniteleri, yeni sergiler, kitap, dergi, poster, kartpostal, tıpkı basım gibi yayın faaliyetleri, multivizyon, dia gösterileri gibi görsel hizmetler, gezi sırasında kullanılacak hemen her dilde açıklama yapan sesli açıklama satışları ve en önemlisi yüzyıllar boyu oluşan imaj satışları [sponsorlar] ile çok daha fazla ekonomik girdi sağlanması mümkündür. Buraları gezen herkes bize gülüyor olmalı, bu büyüklükte bir ekonomik kazancı görmezden gelip, öbür taraftan parasızlıktan ağlayan bir Kültür Bakanlığı. Geleninde, gezeninde bin pişman olduğu ilkel müze ve örenyerleri. Eğer üç-beş müzemiz hakikaten düzenli ve gezilebilir halde ise, bu Kültür Bakanlığı’nın değil, bu müzelerde görevli olan müdür ve çalışma arkadaşlarının gayretleri ile olmaktadır. Bence bu arkadaşlarımıza hizmetleri nedeni ile Devlet Üstün Hizmet Ödülü vermek gerekir. Maddi destek veremiyoruz, bari manevi destek verelim, sizlere yaptığınız çalışmalar için ülkem adına sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Örneğin: 1997 yılında Topkapı Sarayı Müzesi’ni 1.839.590 kişi ziyaret etmiş ve 729.250.551.440.-TL, yani takriben kişi başına 396.420.- TL gelir temin edilmiştir. 1997 yılı ortalama dolar kuru 155.357.- TL’dir, buna göre 1997 yılında Topkapı Sarayı’nı gezenlerden kişi başına 2.55.-$ gelir elde edilmiştir.
1997 yılında Sarayı gezen 1.386.540 yabancı uyruklu turistin en iyimser tahminle bir milyonu bir kez daha buraya gelmeyi düşünmez veyahut buraya gelmeye imkan bulamaz, o halde yan faaliyetlerle bu kişilerin hiç olmazsa ortalama beşer dolarını daha saraya bırakmaları sağlanamaz mı? Onlara hatıra olarak alacakları pek çok şeyi sunmak için ne eksik, niçin onlara daha iyi hizmet vermek için yoğun bir çaba içinde değiliz?
İnanıyorum ki eğer yeni bir düzenleme ile sarayı gezen her kişiden ortalama beş dolar ek faaliyetler geliri elde etsek, bu rakkam 1997 yılı için en az onmilyon dolar yani 1.553.575.000.000.- TL olurdu. Bunun yanı sıra bağışlar ve sponsorluk katkıları ile bu rakkamı en az onbeş milyon dolara çıkartmak mümkündür.
Günümüzde son yapılan düzenleme ile kapı gelirlerimizin % 0.5’i Yerel Yönetim’lere, % 85’i Döner Sermaye’ye ve %10’u ise Maliye Bakanlığı’na ödenmektedir. Yani müzelere direkt olarak yansıyan hiçbir gelir yoktur. Dolaylı yoldan ise personel giderleri ve bazı ödenekler gelir. 1997 yılında saraya onarım ve bakım harcamaları olarak yetmiş milyar tahsis edilmiş, fakat bunun onyedi milyar lirası 1997 yılında kullanılabilmiş, geri kalan altmış milyar lira ise 1998 yılında kullanılmak üzere emanette kalmıştır. Bir yanlışlık var. Yapısal değeri toplumumuz için parasal olarak ölçülemeyen, içinde barındırdığı eserler ve bilgiler ile tüm insanlığın ortak mülkü haline gelmiş bir Saray için harcanan bu para sanki bizimle alay eder gibi.
Halbuki; Topkapı Sarayı Müzesi gibi kurumlar yalnız bulundukları toplumun değil, tüm insanlığın ortak malıdırlar. İnsanlığın ortak bilincinin oluşmasında Osmanlı İmparatorluğu’nun ve dolayısı ile bu yapının ve içinde barınan pek çok eserin inanılmaz katkıları vardır. Tüm bu birikimleri, bizden daha iyi korur ve değerlendirir diyerek emanet ettiğimiz devlet, sanki onları yok etmeye çalışmaktadır. Burada bulunanlar hepimizin ortak malıdır, devlet toplumsal olarak daha iyi denetlenecek, daha iyi koruyacak diye bizim adımıza buraların sahibidir. Bizim malımızı bize karşı korumak ve zaman içinde yok etmek için değil.
Sanki varlık içinde, yoksulluk yaşayan budalalar gibiyiz, yapılarımız var, içinde tüm insanlığın beğeni ile izlediği binlerce kültür varlığı var ve bizler beceriksizliğimiz yüzünden bunları çağdaş olanaklarla koruyup, geleceğe ulaştırmak yerine, bitmez tükenmez şikayetlerle yok etmeye çalışıyoruz. Bunun akıl ile bağdaşması mümkün değil ve ben bu ülke insanının çok akıllı olduğuna inanıyorum. Yeter ki sığ politik çekişmeler ve sonu gelmez facia tabloları ile insanlarımızın yaratıcı özelliklerini yok etmeyelim.
Bu işin başarılı bir şekilde yürütülmesi için sorumlu insanların belli olması ve karar mekanizmasını belirli kurallar çerçevesinde kullanmaları gerekir. Öncelikle süreklilik gerekir, peki ne yapmalıyız? Kültür Bakanlığı’nın girişimi ile yetkileri ve sorumlulukları açıkça belirtilmiş bir Danışma / Yürütme Kurulu oluşturmalıyız. Bu ülkeye emek vermiş ancak gerek emekli olmuş, gerekse diğer nedenlerle yoğun çalışma dışı kalmış insanlarımızı motive edip, onları unutulmuşluktan kurtarıp tekrar göreve çağırabiliriz. Onların deneyim ve görüşlerinden bir kere daha faydalanabiliriz, onları onore edip, hala ülkemiz için yapacakları çok şeyler olduğunu anlatabiliriz. Ekonomik olarak refaha erişmiş, ancak onore olmak isteyen insanlarımızı bu çatı altında toplayabiliriz. Belirli sayıda kişiden oluşan bu heyete yardımcı olacak profesyonel bir kadro kurabiliriz. Çalışmaları ve ekonomik fayda yaratmaları oranında onları ek ücretlerle destekleyebiliriz. Karar mekanizmalarını ve profesyonel kadroyu en az beş yıl için sürekli kılabiliriz. Onları değişen hükümetler ve bürokrasiden en az zarar görecek yetkiler ile donatabiliriz.
Amaç daha iyiye, daha güzele ulaşmaktır. Benim düşüncelerim bunlar, elbetteki tümü bu sarayı korumak ve gelecek oluşturmak için tek yol değildir. Çok daha gelişmiş düşünceler, yol ve metodlar bulunabilir ve herşeye karşın bir başlangıç yapılabilir. Bence bu tür bir girişim için gereken herşey mevcuttur. Artık yapılması gereken bu ve benzer düşünceleri çağdaş bir anlayış içinde hayata geçirmek olmalıdır. Bu toprakların yüzyıllar önce yetiştirdiği bir filozofun söylediği gibi "Gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz" demek geliyor içimden. Kültür Bakanlığı’nın ve özellikle Sayın Bakan İstemihan Talay’ı ülkemiz kültür varlıkları ve geleceğimiz üzerine düşen bu gölgeyi kaldırmaya, günlük olaylardan sıyrılıp, ülkemiz için gelecek yaratmak amacı ile bir dönem kullanma imkanı bulduğu yetkilere tam anlamı ile, sahip çıkmaya davet ediyorum. 1994 yılında yaptığım konuşmada genel olarak Kültür Bakanlığı’nın bu düzenlemeleri yapması gerektiğini dile getirdim.
Bugün "yeter artık siz aradan çekilin ağlamaktan başka yapabileceğiniz iş yok, siz düzenleyici olan biz toplum olarak çok daha iyisini yapabiliriz, para istemiyoruz, pul istemiyoruz diyorum." Bu işi çok daha iyi başaracak insan potansiyelimiz var. Panik içinde siyasilere not yetiştirmek için üklemizin geleceğini sıkıntıya sokan yöneticilerden kurtulmamız gerekir. Artık merkeziyetçilikten vazgeçmeli ve herşeyi ben bilirim felsefesinin yanlış olduğunu görmeliyiz.
Çok uzun bir süredir ne kadar ilginç düşünceler, uygulama için ne kadar farklı söylemler diyen Eski Kültür Bakanları’ndan artık sıkıntı geldi. Düşünceler ancak insanlar yetkili iken uygulamaya konulabilir, sonradan şikayet etmek herkes için kolaydır ve bir çözüm getirmez.
İşimiz zor ama, haydi hepimize kolay gelsin. Ülkemizin gerçekten bu tür bir çalışmaya ihtiyacı var.
KAYNAKÇA
Bacon 1974
Francis Bacon, Bütün Denemeler, İstanbul, 1974
Müzelerin Teşkilatlanması, Ankara, 1963